Hamdi Ulukaya: Haline en üzüldüğüm kelimelerden biri çobandır

Hamdi Ulukaya: Haline en üzüldüğüm kelimelerden biri çobandır

Hürriyet gazetesinden Selçuk Şirin'in Hamdi Ulukaya ile New York'ta yaptığı röportajın kısaltılmış hali: 

Selçuk Şirin: Amerika’nın en çok izlenen televizyon programı ‘60 Minutes’, prime time’da seni anlatıyor. ABD’nin yeni trendler dergisi ‘Fast Company’ kapağına seni koyuyor. Time dergisi dünyadaki en etkili 100 kişi arasında seni sayıyor. Amerika’da bunca CEO var, bunca milyarder var. Neden sen?

Hamdi Ulukaya: Harvard’da bir profesör, “Kapitalizmin yeni modeli Chobani’dir” diye makale yazdı. Beni tanıyorsun. Ben Munzur Yaylaları’ndan gelmiş, göçebe bir ailenin mensubuyum. Benim iş âlemiyle, kapitalizmle ilişkim; şeker, un, hayvan yemleri ve bayramda giyecek, bilmem ne... Bu kadar. Kapitalizmle, parayla ilişkim budur... Onun için bizim koşullarımızda yetişenler para sahiplerinden de paradan da nefret ederek büyür. Çünkü para her zaman probleme sebep olmuştur. Şimdi bunların hepsinden geçip buraya gel ve hiç düşünmediğin bir şeyi yap! Yap ama geçmişinle de bağını koparma!

Nasıl kopmuyor o bağ?

- Çünkü ben yayladakini de biliyorum, işçiyi de biliyorum, yoksulu da biliyorum; kendi halimi de biliyorum. Ama aynı zamanda bir şeyler başlatmak da istiyorum. Çünkü Amerika sana o fırsatı veriyor, yani “Yapabilirsin” diyor....

Peki bunun iş hayatında uygulaması nasıl oluyor?

- Biz Amerika’da startup’ta, teknoloji şirketleri de dahil, en hızlı büyüyen şirket olduk. Beş senede 1 milyar dolarlık değere ulaştık; şimdi 2 milyar oldu gerçi. Yani kârlı mı şirketin? Kârlı. Büyüyor mu? Büyüyor. İnovasyonun var mı? Var. İnsanların mutlu mu? Mutlu. Maaşları diğerlerinden iyi mi? Çok daha iyi. Yani baktığın zaman bunların hepsine sahip başka bir şirket yok. Bunu gördüler. Onun üzerine bunları yazıyorlar.

Şaşırmıyor musun yine de?

- Hayır. Geçen hafta Time Dergisi’nin ‘En Etkili 100 İnsan’ galasına gittim. Baş masaya, Time’ın kıdemli editörünün yanına oturtmuşlar. Ama benim için sanki Munzur Dağı’nın başında, bir suyun kenarında bir çadır orası. Orada oturmuşuz, sohbet ediyoruz. Yani beni böyle şeyler etkilemiyor.

...

- Evet. Bizim en büyük sorunumuz ne biliyor musun? Biz dışarıyı çok kötü yargılıyoruz. Ve dışarının bizi sevmediğini düşünüyoruz. Ta ki dışarıya gidene kadar. Gittikten sonra da kötü bir taklit yapmaya kalkıyoruz ve bu da çok çirkin görünüyor. Oysa kendini kabul ederek masaya otursan her şey değişecek. Yani ben Time’ın galasına ben olarak gittiğim zaman oraya farklı bir şey getiriyorum zaten. Farklı olmaya çalışmıyorum; onların kültürüne saygı duyuyorum, onlara saygı duyuyorum. Ama olduğum gibi gidiyorum. Ve onlar da bunu istiyorlar, kopya istemiyorlar, kendisi gibi olan birilerini istiyorlar.

Yapaylığa tahammülün yok diye anlıyorum.

- Aynen. Şimdi Chobani güzel. Bir işadamı olarak CEO profili de çok güzel bir şey. Bununla gurur duyuyorum. Ama bunların benim önüme geçmesi beni aşırı rahatsız eder. Ben annemin oğluyum bir defa. Önce o. Eğer ben masaya oturduğum zaman önce Chobani’yi getirirsem, işadamlığı veya zengin adam vasfını getirirsem, o zaman doğduğum topraklara, annemin hatırasına haksızlık etmiş olurum. Çünkü işadamlığı ve Chobani benden çıktı. Onlar benim üstümde değil ki; onları ben yaptım. Yani özellikle dikkat etmek lazım. Bir şeyle özdeşleşirken, onun seni yücelttiğini düşünüyorsun ama aslında kendini küçültüyorsun.

"Ne kendime laf ettiririm ne de Müslümanlara"

Şu Alex Jones’a dönersek... Geçen hafta Amerika’da bu aşırı sağcı radyocu “Müslüman göçmenler çocuklara tecavüz ediyor” diye iftira attı; üstüne senin mültecilere yardımlarından ve onlara iş vermen üzerinden bir kampanya başlattı. Bu İslamofobik ve ırkçı bir adam ama takipçisi çok ve o yüzden kimse ona bulaşmıyor; sen tuttun adama büyük bir dava açtın. Kavga etmeyi tercih ettin. Neden?

- Time’a da söyledim. Bizim Anadolu’da biri senin evine gelip çoluğuna çocuğuna laf söylerse, sen ne dersin, ne yaparsın? Her şeyin bir sınırı var. Çalışanlarıma laf atıyor; bana laf atıyor.

Trump’ın başkan olduğu, İslamofobinin yükseldiği bir dönemde, herkes kenara çekilmişken senin Amerika’da mültecilere bu kadar açıktan destek vermen bir risk değil mi?

- Risk tabii. Ticari bir risk çünkü bizim yoğurt boykot edilecek; şirketim para kaybedecek; eee belki şirket kapanacak, falan filan. Şimdi bu bir terazi. Hakaret ve saldırıya ne kadar müsaade edeceksin? Yani “Ben ne kendime laf ettiririm ne de Müslümanlara” dedim. Binlerce mülteci Müslüman bu ülkede çalışıyor ve biri çıkıyor, akla hayale gelmeyecek iftiralar atıyor. “Çocuklara tecavüz ediyorlar” diyor! Aldığım bir risk ama sınır aşıldığında da gerekli cevabı vereceksin.

...

"Anne demek hayat demek!"

Gelecek pazar Anneler Günü... Annenin senin için çok önemli olduğunu biliyorum.

- Ya şimdi ağlatırsın bizi ya. Anne demek hayat demek! 1999’da vefat ettiği halde hâlâ bir şeyler öğretiyor bana. Bir şey anlatayım. Üniversite imtihanını ilk girdiğim sene kaybetmiştim. Sonuçların geldiği gün dünyam yıkılmıştı tabii. Çok çalışmamıştım ama kendi beklentimin de başkalarının beklentisinin de farkına varmamışım meğer. “Artık bu benim hayatımın sonu” diye düşünmüştüm. Ailede herkes kızgın, hayal kırıklığına uğramış. Ama annemin o gün ettiği birkaç kelime, bir gülümseme bütün dünyamı değiştirdi.

Ne demişti?

Annem, “Üzüldüğün bu kadar basit bir şey mi” demişti. Şoke oldum. Annemin de muhakkak bir beklentisi vardı, okuyup bir yerlere gelebilmem için. Ama o sadece kelimelerle değil kendisi de inanarak söyledi. Ve orada anladım ki annem, sınavı kaybetmeme değil, sınavı kaybettiğim için üzüldüğüm saniyeye üzülüyor. Baba, kardeş, arkadaş; dünyada kim benimle ilgili, sınavla ilgili hayal kırıklığına uğramışsa annem hepsini öyle bir değiştirdi ki, ben ertesi sene sınavda Türkiye’de ilk 100’e girerek Mülkiye’yi kazandım.

Mülkiye’yi kazandığında ne dedi annen?

Hiç... Gülümsedi sadece.

Yani başardığın zaman ne dediğini tam hatırlamıyorsun ama kaybettiğin zaman sana kucak açmasını hatırlıyorsun. Kaybettiğin zaman da seviyor. Asıl o zaman önemli çünkü. Kazananı seven çok, kaybedeni seven yok.

- Aynen. Annem burada vefat etti. Rahmetli olduğu zaman başında yeşilli mavili bir başörtüsü vardı. O hep benim yanımda kaldı. Chobani’yi başlattığım zaman Chobani şapkasının altına her zaman annemin başörtüsünü koydum. Geçen seneye kadar bunu kimse bilmiyordu. Geçen sene şirketin hisselerini çalışanlara verdiğim zaman, orada anlattım.

Niye orada söyledin?

- Çünkü bütün bu yaptıklarımın sebebi, bu şapkanın altındaki başörtüsünün sahibidir. Çünkü o fikri, o insanı başımın üstüne koydum. İkincisi de; yanlış yapsaydım, o başımın üstündekinden utanırdım. Eğer bir şeyi düzgün yapmayacaksam o şapkamın altındaki şey beni düzeltecekti. Çünkü çok gençtim, ilk defa parayla, başarıyla karşılaşıyordum. Bunlar hep riskli şeyler ama o başörtüsünü orada hep gördüğün zaman, seni düzeltir. Pusulamdır benim.

"Kürtçeyi çok daha iyi bilseydim Kürtçe de konuşurdum"

Yakın bir zamanda baba oldun. Biraz da onunla ilgili konuşmak istiyorum çünkü New York’un ortasında yaşıyorsun ama oğlunu bizim oraların havasında yetiştiriyorsun.

- Senin de çocukların var, anlarsın. Benim hissettiklerimi o da hissetsin istiyorum. Benim ağzımın tadını o da paylaşsın istiyorum. Yüreğimi cız ettiren şeyler onunkini de ettirsin. O yüzden onunla sadece Türkçe konuşuyorum. Kürtçeyi çok daha iyi bilseydim Kürtçe de konuşurdum. Keşke onu da öğrense; ki öğrenecek inşallah. 

....

Baba olduktan sonra bir patron olarak yeni bir karar aldın. Amerika’da olmayan bir şey yaptın. Çocuk bekleyenlere altı haftalık ücretli izni üç aya çıkarttın ve babalara da izin veriyorsun.

- Çünkü bu sadece annenin görevi değil. Babanın da görevi. Yük sadece annenin omzunda olmamalı. Bu dönemi doğumdan önce ve sonra; anne ve baba beraber sürdürmeli.

EN ÇOK ‘ÇOBAN’A ÜZÜLÜYORUM...

İlk kurduğun şirketin adı Fırat. Kurduğun vakfın adı ‘Çadır Vakfı’ (Tent Foundation), markanın adı ‘Chobani’. Bunlar doğduğun yerlerden mi geliyor?

- Evet. Ama hocam, beni en çok rahatsız eden, kasabanın, köyün değerlerine hak ettiği değeri vermememiz. Türkiye’de ‘çoban’ kelimesinin getirildiği noktaya bak mesela.

Nasıl yani?

İngilizcede ‘shepherd’ herkesin takip ettigi, lider, güvenilen anlamına da gelir değil mi? Sadece çoban değil. Hatta Hz. İsa’ya da bağlarlar ‘shepherd’ı.

Peygamber yani.

- Evet, ‘çoban’ o kadar özlü, o kadar güzel bir kelime ki. Haline en üzüldüğüm kelimelerden biri çobandır. Ki Kürtçede öyle değil.

Nedir Kürtçedeki karşılığı?

- Kürtçe'de ‘şıvan’dır. O kadar küçümsenmemiştir o kelime.

Öyle mi?

- Tabii. Ama Türkçe'de farklı. “Bir çobansın işte” ya da ‘Bir çobanın oyu’ falan diyorlar. Her konuşmada çoban küçümseniyor.

Bu da seni rahatsız ediyor.

- Hem de çok. Sen o kelimeyi  bir halkın dilinde aşağılarsan, onun temsil ettiği bir yere kimi, nasıl götüreceksin? Yani hangi kelimeyle onu temsil edeceksin?